Yarım Kalan Bakır
Sert kış akşamlarından biriydi. Henüz yönlerini bulamamış olan iki arkadaş, şaşkın şaşkın etrafa bakıyorlardı. Uzun süredir ikisi de tek kelime etmemişti. Etrafta adeta ölüm sessizliği vardı. Beyaza bürünmüş bu doğa harikası yeri, yeşil dalları üzerinde ince ince işlenmiş beyaz kar taneli onlarca ağaç süslüyordu. Yere düşen bu her kar tanesine gökyüzünden binlerce el feneri ışık tutuyordu. İşte bu manzara altındaki sessizliği Ali’nin o toy sesi dağıtmıştı.
-Ali: Şimdi ne tarafa gideceğiz? Saatlerdir yürüyoruz, açlıktan ölmek üzereyim.
-Mehmet: Sana söyledim o kadar bizimkilere haber verelim diye bak kaybolduk koskoca ormanda.
-Ali: Olmaz! Babam asla izin vermez. Bu ağacı bulmadan büyürsem de çocukluğum yol vermez.
-Mehmet: Yok işte! Bak ortada ne ağaç var ne de söyledikleri gibi dev bir salıncak… Sana söyledim yalan Hasan’ın ağzına yuva yapmış dedim, yalanı ana dili gibi konuşuyor o çocuk dedim; ama dinlemedin. İlle de salıncak salıncak. Evdekiler her yerde bizi arıyordur. Donup ölmeden bizi bulurlarsa evde dayaktan öldürecekler.
-Ali: Aaa… Bak şuradaki küçük evi görüyor musun?
-Mehmet: Çabuk koş bakalım bize yardım edecek birileri var mı?
Ali ve Mehmet koşarak eve yaklaştı. Kapıya dokunmalarıyla kapının açılması bir oldu. Bu ürkütücü eve önce kimin gireceğiyle ilgili kısa bir münakaşadan sonra Ali kendini içeri doğru savurdu. Hava gitgide karardığından bu tek göz harabenin içi pek iyi görünmüyordu. Her yanı örümcek ağlarıyla kaplı bu odanın içinde pek fazla eşya yoktu. Odanın dört yanında bakır yapımında kullanılan çekiçler, örsler, kalemler ve bir de Mehmet’in dikkatini çeken bakır güğüm vardı. Odanın köşesinde duran bu bakır güğüm karanlığa sessizce bir şeyler haykırıyordu sanki. Bu örümcek ağları onu bastırdıkça o inadına direniyor, kendini Mehmet’e göstermeye çalışıyordu. O zifiri karanlığa düşen bir kar tanesi gibi ışıldıyordu ve amacına ulaşmıştı. Sonunda Mehmet’in ellerindeydi. Mehmet ise çocuk aklıyla anlam veremediği bu güğüme bakarken kulağını dışarıdan gelen seslere kabarttı. Dışarıda bir uğultu vardı. Ali hemen kendini dışarı attı. Bu ses onları aramaya çıkan köy halkının sesiydi. Hemen köylülere karşılık verdiler. Köylüler de hemen onların sesine yönelerek onları buldular. Ali’nin babası hemen Ali’nin kulaklarına yapışarak bağırıp çağırdı. Tabii Mehmet’in babası da boş durmadı. Saatlerdir onları aradıklarını, onların burada ne aradığını sordu. Babalarından korkan çocuklar ses çıkaramadan düştüler köylülerin önüne. Uzun bir yol yürüdükten sonra evlerine vardılar. Mehmet’in bakır güğümü elinde, babasının karşısında hesap veriyordu. Babası biraz daha sakinleşmiş ve saatlerdir sinirden fark etmediği güğümü fark etmişti.
-Mehmet’in Babası: “O güğüm ne öyle elinde, nerden buldun onu?” diye çıkıştı sert bir ses tonuyla.
Mehmet bu ses tonu karşısında öylesine korkmuştu ki sadece “O evden” diye iki kelimeyi zor söyleyebilmişti ses telleri. Bu cevap karşısında hiddetle köpüren dev dalgalar gibi Mehmet’in üzerine doğru atlayan babası güğümü kaptığı gibi dışarı fırlattı. “Evi de pisleteceksin git çabuk banyoya” diye kükremesine devam etti.
Peki, o güğüm gerçekten pis miydi? Yoksa bizim kendi hislerinden başka hissi tanımayan hislerimiz mi pisleşmişti? Mehmet’in hiç mi hissi yoktu? O bakır güğümü eline aldığında hissettiği sıcaklığın nereden geldiğinin hiç mi önemi yoktu? Belki de bu sıcaklık o bakır güğümün içine nakış nakış işlenmiş bir aşkın sıcaklığıydı. Maalesef ki bu aşkın sıcaklığıyla çepeçevre sarılmış bu bakır güğüm şimdi bu soğukta dışarı fırlatılmıştı. Oysaki Veli Usta’nın çırağı o bakır güğümü ilk işlemeye başladığında ne hayaller kurmuştu.
1966 yılının güzel bir yaz günüydü. Güneş, her yeri yakmaya çalışan bir ejderha gibi gökyüzünün tepesinden ateşler savuruyordu. Veli Usta bakır atölyesinde sıcaktan bunalmış, bir taraftan bakırını işliyor bir taraftan çırağına bakırcılığın inceliklerini anlatıyordu.
-Veli Usta: Bak evladım. Bakır önemlidir. Her şeyin başında bakır bizim ekmek teknemizdir, alın terimizdir. Bu bakırın öyle hisleri vardır ki en kral şaire el-aman dedirtir. Ona öyle rastgele vuruşlar yapmaya gelmez, ince ince tane tane vuracaksın çekici, kalemi öyle kıvıracaksın ki adeta üzerinde dans edecek.
-Çırak: Aldım ustam bilgileri; ama merak ettiğim bir şey var. Çocukluğumdan beri yanında çıraklık yapıyorum. Allah razı olsun beni bu yaşıma kadar büyüttün, besledin. Yaşım 22’ye geldi; ama hâlâ tek bakır işletmedin.
-Veli Usta: Olacak evlat olacak, senin de bakıra hislerini işleyeceğin günler gelecek elbet. Hele dur bakalım bu kadar aceleci olma.
Çırak bir türlü ustasının bu sözlerine anlam veremiyordu. Yıllardır ustasının yanında işin bütün inceliklerini öğrenmişti. Ama buna rağmen ustası hâlâ çekici eline vermemişti. İşte o bunları düşünürken günler hızla gelip geçiyordu. Ejderha kılıklı güneş gün geçtikçe sıcaklığını artırıyordu. Günlerden bir gün Veli Usta, çırağına yine bir şeyler anlatırken çırağın gözleri kapının önünden annesiyle geçmekte olan bir kıza takılıp gitmişti. Kalbi daha önce hiç böyle atmamıştı, içi içine sığmadı o an. Ustasının sözlerine aldırış etmeden kapının önüne attı kendini. Giden kızın arkasından uzun uzun baktı. Ustasının sesiyle beyni irkildi; ama vücudunu, ellerini kontrol edemiyordu. Ama ustasına sezdirmemeye çalıştı. Zaman geçti, artık her gece gözlerinin önünde bir yüz vardı. Bu hisler içine sığmıyordu, elleri yerinde duramıyordu. Bir gece yarısı kalktı, ayakları kendisini atölyeye doğru götüren hızlı hızlı adımlar atıyordu. Atölyeye girdiğinde önceleri tutmaya çekindiği çekici hiç tereddütsüz eline aldı. Sabaha kadar ustasının bıraktığı işi tamamlamış bakır başında uyuya kalmıştı.
Günler ilerliyor, çırak dört gözle kızın oradan geçmesini bekliyordu. Kızın geleceğinden emindi. Çünkü köyün pınarı atölyenin ilerisinde idi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra elinde bakır güğümüyle kız belirdi. Çırak aynı hislerle kapının önüne yöneldi. Kız güğümünü suyun altına koydu ve etrafa göz atarken çırağı fark etti. İkisi de ani utangaç tavırla bakışlarını farklı yönlere savurdular. Genç kızın içine de anlam veremediği bir heyecan düşmüştü. Güğümü hızla doldurdu ve seri adımlarla evin yolunu tuttu. Bu utangaç bakışlar gece iki gencin de gözlerinin önünde idi.
Sabah olduğunda genç kız evde duramadı. Bir an önce gidip çırağı tekrar görmek istiyordu; ama annesine ne diyecekti. Sonunda dayanamadı ve eline güğümünü alıp su doldurma bahanesiyle yola koyuldu. Çırak elinde güğümü genç kızı görünce yine heyecandan yerinde duramadı. Bu heyecanını yatıştırabildiği tek yer yaptığı bakır güğümün yanıydı. Çünkü bu bakır güğüm, henüz ismini bile bilmediği bu kızdan bir şeyler taşıyordu. O bakır güğümü yapmaya başladığı günden beri gönlünü biraz olsun sakinleştirebiliyordu. Çünkü tek sırdaşı, tek dert ortağı bu bakır güğümdü. Her gece bu bakır güğümü eline alıyor, ona uzun uzun sevdiği kızı anlatıyordu ve bakıra her gün ufak ufak aşkını işliyordu. Aşkı her geçen gün nasıl büyüyorsa, bakır güğümün üzerindeki işlemelerde o denli büyüyordu.
Günler geçiyor, genç kız her gün su doldurma bahanesiyle güğümünü eline alıp çırağı görmeye gidiyordu. Çırak da artık kızın kaçamak bakışlarından aşkının karşılıksız olmadığını anlamıştı. Bir gece çırak yine genç kız için hazırladığı bakır güğümü eline almış dertleşiyordu. Aynı zamanda kalemi öyle bir işliyordu ki ustası görecek olsa ustalığına şaşkınlıktan dili tutulurdu. Çırak kendi kendine: “Olacak tabi. Bir gün pınarın yanındayken varacağım yanı başına, konuşmaya cesaret edemem; ama seni bırakacağım yanına usulca. Ertesi gün seni eline almış pınarın başına gelirse dünyalar benimle şahlanır. Başka ihtimali düşünmek bile ölüm gibi gelir. Tabii öncelikle seni bitirmek lazım gelir. Böyle yavaş yavaş işlersek, zor bitirip veririm seni.” dedi ve güğümü bir köşeye bırakıp uykuya daldı.
Sabah olduğundan etraf cıvıl cıvıl tam bir yaz günüydü. Aşk adeta şiir olmuş, mısra mısra çırağın üzerine yağıyordu. Çırak öyle bir neşeyle doluydu ki henüz tamamlayamadığı, ustasından gizli evde yaptığı bu bakır güğümü kaptığı gibi soluğu atölyede aldı. Ustası bakır güğümü gördüğünde hayretler içinde kaldı. Bu motiflerin çırağın elinden çıktığına inanamadı. Çırak karşıdan gelen sevdiğini görünce heyecanla bakır güğümü ustasının elinden kaptı. Kız çeşme başında ağır hareketlerle su dolduruyordu. Çırak, korkak bir o kadar da heyecanlı adımlarla kızın yanına vardı. Tek kelime edemeden güğümü kızın yanına bırakıp hızlı adımlarla geri döndü. Kız bu hareket karşısında ne yapacağını şaşırmış vaziyette güğüme baktı. Yarısı işlenmiş, yarısı işlenmemiş bakır güğümü yanına neden bıraktığını anlayamamıştı. Ama üzerindeki işlemeler dikkatle bakınca anladı ki bakırın üzerine adeta binlerce beyit harf harf işlenmişti. Bakır beni al diye kızın gözlerine feryat ediyordu. Kız ise bakır güğümü almak için can atıyor; ama kara kara annesine ne diyeceğini düşünüyordu. Ama bir anda bütün sorulardan kaçarak bakır güğüme sarıldı. Çırak artık aşkının karşılıksız olmadığından emindi. “Hele birde yarın elinde sevdamızın nişanesiyle gelsin işte o zaman tamamdır” diyordu. Ertesi gün sabahın erken saatinde atölyeyi açan çırak dört gözle kızın gelmesini bekliyordu. Ancak o gün kız ortalarda görünmedi.
Çırağın artık dertleşecek bir bakır güğümü de yoktu. O yüzden sabırsızlığı ve heyecanı günden güne artıyordu. Ancak güğümü vermesinin üzerinden bir hafta geçmesine rağmen kız hâlâ görünürde yoktu. Çırak bu işe anlam veremiyordu. “Sevmiyorsa, gelmeyecekse neden güğümü alsın ki?” diye gönlüne cevapsız sorular sorup duruyordu.
Aylar geçti, yıllar geçti. Çırak artık umudunu kesmişti ve tabii hayatla bağlarını da. Sekiz yıldır sevdiği kızı görememişti. Çırağın bu hâline üzülen ustası değişik bir ortamın ona iyi geleceğini düşünerek köyden göç etme kararı aldı. Çırak her ne kadar gitmek istemese de ustasına itiraz edemedi ve köylerinden çıkıp soluğu şehirde aldılar. Çırağın aklı yıllar geçmesine rağmen hâlâ genç kızdaydı ve günden güne eriyordu. Ne olmuştu da o kadar zamandır gelmemişti? Peki ya o güğümü eline aldığında, yüzündeki o utangaç gülümseme neydi? Hiç mi mutlu olmamıştı?
Mutlu olmuştu tabii. Genç kız o gün elinde o bakır güğüm, kalbinde o heyecanla eve gittiğinde annesi o güğümü nereden bulduğunu sormuştu; ama genç kız panik yaparak buna cevap verememişti. Genç kızın annesi onun her gün su doldurmaya gitmesinden şüphe duymuştu ve kızı bir daha oraya göndermemişti. Kız da annesinin ve ağabeylerinin korkusundan bir daha o yola adım atmamıştı. Aradan geçen on yıl boyunca da hep o çırağı düşünmüştü. Ama artık annesi kızı evlendirmeye kararlıydı. Genç kıza ona bu akşam görücü geleceklerini söyledi. Genç kız annesine görünmeden, on yıldır sakladığı güğümü eline aldı ve bir yandan ağlayıp bir yandan koşarak atölyenin yolunu tuttu. Ama atölyeye vardığında gördüğü manzara onu şok etmişti. Kapısı açık bırakılan atölyede hiç kimseler yoktu. Her taraf örümcek ağlarıyla kaplanmış, her hatıra terk edilmeye yüz tutmuştu. Kız atölyede saatlerce ağladı. Oysa ne güzel hayaller kurmuştu. Genç kız yarım kalmış bakır güğümü aşklarının doğduğu yere, atölyeye aşklarıyla birlikte gömüp sonsuzluğa doğru yola çıktı.
Bakır güğüm atölyenin bir köşesinde yıllarca derdini anlayacak birinin gelmesini bekledi. Ancak artık orada ne köy kalmıştı, ne de insan. Atölyenin çevresi koskoca bir ormana dönüşmüştü. Etrafta tek tük evler, biraz uzakta da küçük bir köy daha kalmıştı. İşte o evlerin birinden çıkan Ali ve Mehmet kayboldukları için yolları bu atölyeye düşmüştü. Ama bakırın beklediği zihniyet kalmamıştı artık insanlarda. Artık insanlar ne bakır biliyor, ne de aşk biliyorlardı. Aslında çok değil bundan elli yıl önce aşkla işlenen, dertlere ortak olandı bakır güğümler. Âşıkların birbirini görme bahanesiydi, evlere götürülen suydu, hayattı. Ama şimdi öyle mi? Salonun bir köşesine konulmuş, ruhsuz bir varlık olarak görüyordu insanlar onu. İşte Mehmet’in babası da onlardan biriydi. Kalpleri körelmişti bir kere insanların. Artık para etmeyen her şey pisti, sokağa atılmalıydı. Oysa çırak bu güğümü ne hayallerle işlemişti. Oysa o genç kız bu güğümü aldığında neler hissetmişti. Peki böyle bir aşka tanıklık eden bakır güğüm sokağa atılınca neler hissetti?
İşte bunu ne Mehmet’in babası anlayabilecek ne de biz anlayabileceğiz. Anlayamayacağız! Çünkü artık bu bakırlar böyle aşklara tanıklık etmiyor. Anlayamayacağız! Çünkü artık bu bakıra o genç kızların eli değmiyor veya pardon pardon onlara da haksızlık etmeyelim. Salonun köşesindeki masanın tozunu alırken mecburen o “süs eşyası” olan bakırı kaldırmak zorunda kalıyor, elleri değiyor.
Şimdi 5 saniyeliğine okşanıyor bakırın kalbi… Ya ev hanımı masanın tozunu alırken ya da Mehmet’in babası sokağa fırlatırken…
Muhammet Yasin Çakır
Comments
0 comment