Memleketimin Delileri-50
Bilgiseverof Umursamaz Rüştü Agop’un Yeri'nde konuşma yapıyor...
0
0
4,390
okunma

Al-Makam, bir şeyler yemek ve bir-iki kadeh içki içmek için dışarıya çıktı. Etraftaki lokantalara, meyhanelere bakacak ve hoşuna giden birisine girecekti.Çünkü hangisinin daha iyi olduğu konusunda bir bilgisi yoktu.Yarım saat kadar arandı. İyice acıkmıştı, kararsızlığına sinirlendi. Karşısına ilk çıkan yere girecekti, başka bir seçeneği zaten yoktu. Memleketim deresinin yanına yaklaşmıştı. Bulunduğu yerden biraz ileride kapısında “Agopun Yeri” yazan tek katlı, eskice bir bina gördü. Kapısını açtı, içeridekilere selam verdi.

Hemen hemen bütün masalar dolmuştu, ama garson yabancı olduğunu anladığı için iki kişinin oturduğu bir masada ona bir yer ayarlayıp siparişini aldı. Izgara kokusu çok nefisti. Acaba acıktığı için mi ona öyle geliyordu? Az sonra siparişler gelip yemeye başlayınca bunun acıkmakla bir ilgisi olmadığını anladı.

Agop’un Yeri, on üç tane masası bulunan, upuzun bir meyhaneydi. Duvarları çeşitli firmaların verdiği takvimlerle doluydu. Ayrıca duvarlarda hayvan postları, tespihler, işyeri ruhsatı, KDV’nin fiyatlara dahil olduğunu yazan bir levha, gürültü ile ilgili yasal bir uyarı, içkinin fazlasının zararlarını anlatan birkaç şiir ve eskiden köylerde kullanılan çeşitli tarım araçları asılıydı.

Neden bu adı aldığını bilen yoktu, ama gene de herkes bu adı kullanırdı. Mezeleri ucuz ve kaliteliydi. Etler porsiyon olarak değil tartılarak satılırdı. Bilhassa gece bütün masalar dolu olurdu. Her iki tarafa müşterilerin rahatça izlemeleri için televizyonlar konulmuştu.Yalnız çoğunlukla televizyonlar açıkken öte taraftan müzik seti de çalıştırılırdı. Tabii bu şartlarda televizyonların sesini sonuna kadar kısmak gerekirdi. Bazen televizyondaki görüntüde bir cenaze varken müzik setinden hareketli bir parça duyulabilirdi.

Izgara ocağının hemen önüne on santim yüksekliğindeki bir platformun üzerine herkesin dilediği zaman çıkıp konuşabileceği bir kürsü konmuştu. Ancak kürsüde bilgiseveroflardan başka pek konuşan olmadığı için ilk başta serbest kürsü olan adı daha sonra “bilgiseverof kürsüsü” olarak değiştirilmişti.

Kürsüye çıkıp da konuşan olduğu zaman televizyon, müzik seti, hatta insanlar susardı. Konulmuş bir kural olmamasına rağmen bazen konuşmacıya soru da sorarak anlatılanlar herkes tarafından dinlenirdi. Maçların televizyondan yayınlandığı geceler de buna dahildi. En fanatik sporsever bile, konuşmacıyı susturup maçı izleme arzusunu söylemezdi.

Bu gece, diğer gecelerin çoğunda olduğu gibi yine kürsüde bilgiseverof Umursamaz Rüştü vardı. Herkesi selamladı, bu selam bolca alkış aldı. Konuşmasına başladı:

-Sevgili dostlarım, gerçi bir bilgiseverof “Ey dostlarım, bu dünyada dost yoktur!” demiş ama…

-Umursamaz, karar ver, dost muyuz, değil miyiz?

-İzin verirseniz söyleyeceğim. O demiş ama her söyleneni doğru olarak kabul edemeyiz. Ben bu düşüncede değilim. Yani sizler benim dostlarımsınız.

-Dost isek bir kadeh rakı ikramımı kabul etmen gerekir. Birlikte sağlığa, yaşama kadeh kaldıralım.

-Bunu kabul ederdim, eğer şu anda kürsüde olmasaydım. Bu güne kadar bu kürsüde içki içen birine rastladınız mı? Buraya çıkan, dinleyicilere karşı saygılı davranmak zorundadır.

-Haklı, haklı…sesleri yükseldi.

-Az önceki arkadaşımız yaşama içelim dedi, içelim de acaba biz yaşamın ne olduğunu biliyor muyuz?

-Rahmetli babam “birkapıdan girdim, bir kapıdan çıktım.” derdi yaşam hakkında.

-Öncelikle yaşam sorgulanmalı, ama acaba yaşamı sorgulamanın bir anlamı var mı?Herkes yaşam hakkında bir şeyler bildiğini söylüyor veya bildiğini zannediyor. Binlerce yıldır birçok bilgiseverofun da yaptığı aslında aynı şey değil mi? Ortaya atılan düşünceler gerçeğin ne kadarına ışık tutuyor? Yoksa insanoğlu bu konuda hâlâ başlangıç noktasında mı duruyor, ileriye gittiğini zannetmesine rağmen yerinde mi sayıyor? Doğrudan yaşamı anlamaya çalışmak yerine doğaya yani varlığa yönelmek ve onunla ilgili bilinmeyenleri ortaya koymak bizi gerçeğe götürmez mi?

-Umursamaz, varlık dediğin nedir ki? Şimdi varız, yarın yokuz…

-Haklısın, “Varlık nedir?” sorusu kolayca sorulabilmesine karşılık cevabı belki de sonsuza kadar tartışılacak olan bir sorudur. Daha da ileri giderek söylersek cevabı asla verilemeyecek bir soru da olabilir… Bunu bilmiş olmak insanı bu konuda düşünmekten alıkoyamamıştır. Varlığın madde, idea(düşünce), oluş ya da fenomen olduğunu  savunanlar vardır, ama hiçbir sav diğerine karşı bir üstünlük sağlayabilmiş değildir.

-Sevgili Umursamaz, ağzından bal akıyor, çok güzel konuşuyorsun. Belli ki anlattıkların da çok değerli bilgiler, ama bunlar bizi aşar. İdea nedir, fenomen dediğin şey nedir, biz ne bileceğiz? Gel sen bize anlayabileceklerimizi anlat. Sevgiden bahset, acıdan bahset, düşmanlıklardan bahset!

-Sevginin yanına düşmanlığı koyamam, çünkü birinin olduğu yerde diğeri bulunamaz, biri mutlaka ötekini yok eder. Gelin birlikte sevginin düşmanlığı, kini yok etmesine çalışalım.

-Sen bize düşmanımızı sevmeyi mi öğütlüyorsun? Nasıl başaracağız bunu, diyelim ki başardık, yaptıkları düşmanımızın yanına kâr mı kalacak?

-Bunu başarmak o kadar da kolay değil, ben başardım mı? Hayır. Size söylerim başarın diye ama kendime gelince sözümü geçiremem bir türlü.

Umursamaz bunu söylerken az önce sonradan görme üç zengin adamla meyhaneye gelen ve arkalardaki bir masada oturan bilgiseverof Yalaka Hamdi’ye gözü takılmıştı ve onunla olan ilişkisi aklına gelmişti. Devam etti:

-Zor bunu yapmak, ama imkansız değil. Çünkü başaranlar var. Eğer sevemiyorsanız da düşmanlarınızı affediniz. O zaman hiç düşmanınızın kalmadığını göreceksiniz. Hem buradan çıkacak yarar düşmanınıza değil size dönecektir. Duyacağınız gönül rahatlığı ömrünüzün bir dere gibi huzurlu akmasını sağlayacaktır.

-Umursamaz, çok acı çekiyorum. Istıraplarım yaşamımı zehir ediyor. Acaba benim kadar derdi olan biri var mıdır bu dünyada?

-Anlatayım da sen karar ver, var mı yok mu? Bir adamcağız, çok sevdiği çocuğunu kaybetmiş. Duyduğu acıdan kurtulmak için bir çok yol denemiş, ama nafile. Sonunda bilge bir kişiye gidip, ondan çocuğunu geri getirmesini ve bu acısını dindirmesini istemiş. Bilge, adama boş bir tas vermiş, bunu, içinden ölü çıkmamış bir haneden su ile doldurduğu takdirde onun istediğini yapacağını söylemiş. Adamcağız sevinçle oradan ayrılmış, ama aylar sonra başı önünde bilgenin kapısını çalmış ve boş tası iade etmiş. Onun için acı, zaman zaman herkesin yüreğini dağlar. Gerçi başkalarının acı çektiğini bilmek acımızı yok etmez, ama belki biraz teselli verir. Dilerseniz konuşmayı burada keselim, dedi ve alkışlar arasında kürsüden inip çıkış kapısına doğru yürüdü.

-Söz vermiştin Umursamaz, birlikte kadeh kaldıracaktık. Oysa sen kaçıyorsun!

-Hayır sevdiklerimden kaçmıyorum. Onları özlemek için gidiyorum. Mecliste bir tane bile dost olmayan bulunursa o rakı insana zehirden farksız gelir. Onun için gidiyorum.

-Az önce bize demiştinki…

-Evet dedim, ama bir de dedim ki, ben de insanım. Her insanda olduğu gibi benim de bir çok zaafım var. Beni bağışlamak yüceliğini de gösterin bu gece ve kendinize bir iyilik daha yapmış olun.

O giderken kafalarını çevirip arkalarına bakan bazı kişiler Yalaka’yı görünce Umursamaz’ın ne demek istediğini hemen anladılar.

● ● ●

Devam edecek....

Ömer Faruk Hüsmüllü

1952 yılında Tekirdağ ilinin Çerkezköy ilçesinin Kızılpınar köyünde doğdu. İlkokulu Kırşehir’de, Ortaokul’u Ürgüp’te ve Liseyi Adana’da (Devlet hesabına Parasız Yatılı olarak) okudu. 1974 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünü bitirdi. 13 yıl devlette felsefe öğretmenliği, müdür yardımcılığı, müdür başyardımcılığı ve okul müdürlüğü görevlerinde bulunduktan sonra istifa ederek özel sektöre geçip dershanelerde öğretmenlik, bölüm başkanlığı ve müdürlük yaptı.

Bu İçeriğe Tepki Ver (en fazla 3 tepki)

Comments

https://edebiyatvakti.com/assets/images/user-avatar-s.jpg

0 comment

Write the first comment for this!