Memleketimin Delileri-52
Al-Makam'ın Memleketim'e bakışı değişiyor....
0
0
3,838
okunma

“Bu gün giderim, yarın giderim” derken Al-Makam kırk sekizinci gününü de Memleketimde geçiriyordu. Dertli Yeliş’ten Çal Çal Fikret’e, Uyuşuk Hasan’dan Astikli Zifir Ömer’e kadar birçok kişi hakkında bilgi sahibiydi artık. Memleketimin nerdeyse ara sokaklarına varıncaya kadar gezmişti. Asfaltı kalmamış caddelerinde yürümüş, yağmur yağdığında cadde ortasında biriken sulara hayretle bakmış -çünkü normal bir caddede sular ortada değil kenarlarda toplanır ya da akar giderdi- bütün marketlerinden hatta bakkallarından, fırınlarından, manavlarından alış veriş yapmış, kimin hangi yolsuzluğa bulaştığını öğrenmiş, kısacası bilinmesi gereken tüm bilgilere sahip olmuştu.

Memleketimi sevmeye başlamış, buraya iyice ısınmıştı. İnsanlarının çoğunu tanıyordu, tabii onlar da onu; ama ticaretle uğraşan bir iş adamı olarak. Güya tencere, tabak, kaşık vs. gibi ev gereçleri satıyor ve burada da bir mağaza açmak istiyordu. Bu uydurulmuş hikaye iyice tutmuştu. Bu işi için yaptığı dükkan aramaları sırasında birçok arkadaş da edinmişti. Bu arkadaşlıkları çayhanelerde ya da Agop’un Yeri’ndeki sohbetlerle iyice pekiştirmişlerdi.

Yarın buradan geçici olarak ayrılmak ve bir hafta içinde de gerçek kimliği ile dönmek kararındaydı. Bu gün onun buradaki iş adamı kimliğiyle son günü idi. Yattığı yerden, tekrar döndüğünde yapacakları ile ilgili olarak planlar kuruyordu .

Midesinde bir yanma vardı. Bir aktara gidip bir bitki çayı ve bazen de kalbinde çarpıntı olduğu için bu rahatsızlığa iyi geldiğini duyduğu alıç meyvesi almak amacıyla dışarı çıkmaya karar verdi. Saatine baktı, neredeyse öğlen olmak üzereydi.

Ara bir sokaktan ana caddeye geçmek için yürürken gözü bir apartmanın tabelasına takıldı.”Hayat Apartmanı, C-Bilok” yazıyordu, yanındaki bakkalda ise “Bakkal Dükyanı” yazısını okuyunca hafifçe gülümsedi ve “herhalde ikisini de aynı kişi yazmış” diye düşündü.

Caddeye çıktığında içinin köy ekmeğinden normal ekmeğe, kepekliden çavdarlıya varıncaya kadar her çeşit ekmekle dolu olduğunu gördüğü bir el arabası önünden hızla geçti. Minibüs durağının yanında kendisine boş bir yer bulup, park etti. On beş yaşlarında bir çocuk:

-Taze çıktı bunlar, sıcak sıcak... diye bağırarak ekmekleri satmaya başladı.

Aradığını bulmuştu, çünkü üç dükkan ilerisinde “Bitkive Baharat Merkezi” yazısını gördü. Bu adı aldığına göre büyük ve çeşidi bol bir yer olmalıydı. İçeri girdiğinde tam tersi ile karşılaştı. İçeride bir iki küçük çuval kurumuş bitki, biraz ıhlamur ve biraz da paket bitki çayından başka hiçbir şey yoktu. İçerdeki gence “alıç” dediğinde, anlamamış gibi yüzüne baktığından sinirlenip dışarı çıktı, birkaç dükkan aşağısındaki Mısırçarşısı Baharatçısı’na girdi. Orta yaşlardaki satıcıya:

-Alıç var mı? Yalnız bitkisini değil de meyvesini istiyorum.

-Pardon, alıç mı? Ne işe yarıyor o, söylerseniz biz de öğrenelim.

-Kalbe filan iyi geliyor.

-Onun yerine rezene verelim, hünnap da olabilir. Yoksa sizin alıç dediğiniz şu olmasın, diyerek bir avuç ardıç alıp gösterdi.

-Hayır değil, o elinizdeki ardıç. Oysa alıçın rengi biraz sarı olmalı, dedi ve oradan da bir şey almadan çıktı. Zaten midesindeki ağrı da geçmişti.

Bir el arabası içinde birşeyler satan satıcı müzik setinin sesini sonuna kadar açmışken onun yaklaştığını görünce hemen sesi kıstı, çünkü müşteri olduğunu anlamıştı.

-Buyur abi, dedi.

-Bana bir paket traşbıçağı verir misiniz?

-Hakikisinden mi, sahtesinden mi? Çünkü fiyat farkı var.

-Tabii hakikisinden. Şu el radyosu kaça?

-Onun gerçek fiyatı 50 lira ama size 20’ye bırakırım.

Radyoyu aldı, düğmesini açtı. Çalıyordu. Antenini çıkardı. O da ne? Anten elinde kalmıştı, yani kırıktı. Neden 20’ye bıraktığını anladı, yerine koydu radyoyu.

-Şu el çantası kaça, hakiki deri mi ?

-Değil, ama bir şeyler yaparız fiyatta. O da size 20 lira olur.

Satıcı başladı çantanın fiyatını indirmeye. En son 13 liraya kadar indi, ama o sadece jileti alıp oradan ayrıldı.

Belediye parkında yeşillikler arasında oturmak istiyordu. Parkın kapısına yaklaştığında karşıdan aksayarak yürüyen bir adam gördü. Sol tarafa doğru aksadığına göre bu ayağında bir problem olmalıydı. Yüzünün bir yanı öteki yanıyla simetrik değildi. Sol gözü diğerinden çok küçüktü. Elbiseleri, yüzü ve elleri kir içindeydi. Duvar kenarındaki çöp konteynerine doğru yöneldi, içine eğildi. Erişemeyince konteyneri eğdi ve karıştırmaya başladı. Al-Makam bu adama acımıştı, elini cebine attı, çıkan yirmi ve on liralık iki parayı bu adama uzattı. Adam kendisine yaklaşan eli görünce o tarafa baktı, sonra umursamaz bir tavırla çöpü karıştırmaya devam etti. Al-Makam elindeki paraları, belki almaya utandı düşüncesiyle adamın cebine koymaya çalıştı, ancak ummadığı bir hareketle adam elini iteledi.

-Sana para veriyorum, birşeyler alırsın, dedi.Adam, sinirlenmişti.

-İstemem, ben para mara istemem! Ne yapacam ben parayı? dedi.

Hayret etmişti bu sözlere, çünkü ilk defa böylesi bir olayla karşılaşıyordu. ”Neyse”deyip parkın kapısından içeri girdi. İçeri girdiğinde yeşillikler arasında oturma isteğini de gerçekleştiremeyeceğini anladı. Çünkü parkın her yanı kazılmış, bir sürü işçi bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Sesli bir şekilde söylenmeye başladı. Karşısından orta boylu, iyi giyimli, kalın gözlüklü bir adam geliyordu. Onun yanından geçerken:

-Yazık etmişler güzelim parka. İnsanların biraz nefeslendikleri bir yer vardı, orayı da mahvetmişler, dedi. Adam:

-Bu geçicidir, çünkü bitince eskisinden de güzel olduğunu göreceksiniz.

-Zannetmem, zaten bu iş de kolay kolay bitmez.

-Biter, çünkü ben bu işin sorumlu mühendisiyim, dedi ve adam uzaklaştı.

Daha önce bir kez gittiği dere kenarında bulunan Kuğulu Park aklına geldi. Oraya gitmeye karar verdi. Buranın da adı böyleydi ama içinde kuğu muğu yoktu, sadece üç tane uyuz ördek vardı ortasındaki havuzda. İşletmecisine göre ilk açıldığında bu havuz kuğu doluymuş ama buranın iklimine uyum sağlayamadığı için hepsi teker teker ölmüşler.

Kuğulu park eskisinden daha kalabalıktı bu gün. Kendisine bir yer bulup oturdu ve bir çay söyledi. Kalabalık bir grup dört beş masayı birleştirip oturmuşlardı. İnce uzun boylu ve sakallı bir adam onlara bir şeyler anlatıyordu:

-Arkadaşlar, Hamit Bey’in Rüyası isimli dizimizi bayrama kadar yetiştirmemiz gerekiyor. Onun için çok sıkı çalışmamız lazım. Herkes rolünü iyice ezberlesin.

-Amca bunlar dizi çekmeye gelmişler buraya, diyen kıza çevirdi kafasını. On yaşlarında esmer bir kızkurusuydu. Kafası anormal denecek derecede uzundu.

-Dizi mi çekecekler?

-Evet, bütün malzemelerini üç tane büyük arabada getirdiler. Dün de bu gördüğün artistler geldi. Bunların bazılarını ben başka dizilerden de tanıyorum. Bu dini bir dizi olacakmış. Küçük bir çocuk rüyasında ak saçlı ve ak sakallı bir ihtiyar görüyor, ihtiyar ona bir elma veriyor.  Elmayı yeyince çocuk ne isterse gerçekleşiyor. Çekim sırasında parlak görünsün diye elmayı zeytinyağı ile sildiler.

-Bütün bunları sen nereden biliyorsun?

-Ben geldiklerinden beri onların yanındayım. Hem bizim eşek bile dizide oynuyor. Senaryoda küçük çocuğun at üstünde giden bir rolü varmış, ama at sahipleri çok para istediklerinden bizim eşeği kiraladılar. Küçük çocuk bizim eşeğin sırtına binip gidecek.

-Desene sizin eşek de oyuncu oldu! Eşeğinizin bir adı var mı?

-Var, kadife. KemalSunal’ın bir filminden aldık ismini. Bak amca şu sakallı olan yönetmenmiş, küpeli adam da onun yardımcısı.

-Demek hayvan da besliyorsunuz. Baban ne iş yapıyor senin?

-Serbest meslek.

-Serbest meslek deyince bir sürü iş girer içine. Nasıl yani?

-At arabamız var, onunla eşya taşır. Ama geçende at öldü, şimdi o işi kadifeyle başka bir eşeğimiz daha var o yapıyor. Babam bazen de umumi tuvalette durur. Annemse, bu parkın bulaşıklarını filan yıkar.

-Babanın adı ne senin?

-Hüsnü, ama Şopar Hüsnü derler.

O sırada kızdan küçük bir erkek çocuğu geldi yanlarına:

-Abla, hadi gidelim. Karnım acıktı, dedi.

-Kardeşin mi?

-Evet, bir de abim var lisede okuyor. Bunun adı da Hüseyin.

-Hüseyin, sen okula gidiyor musun? Büyüyünce ne olmak istersin?

-Evet ikideyim. Garson olacağım.

-Bazen burada, ona da çay filan taşıtıyorlar. Bak amca şu benim yaşımdaki küçük çocuk da artist. Elmayı yiyen de o, bizim eşeğe binecek olan da o. Adı da Cahit. Cahit! Cahit gelsene biraz.

Geldi yanlarına, ama Cahit’in yürüyüşü, duruşu bile öteki çocuklardan farklıydı. Daha önce de bir dizide on beş saniyelik bir rolü olmuş ve bunun için tam on gün setlerde beklemek zorunda kalmıştı.

-Cahit merhaba. Rolünü ezberledin mi?

-Kolay ki, eşeğe biniyorum, dua ediyorum, elma yiyorum, bir dedecik başımı okşuyor. Bunun gibi.

-Sen buraya kiminle geldin. Annen baban yok mu?

-İkisi de çalışıyor. Dedemle geldik, dedi ve yetmişine çoktan merdiven dayamış ihtiyar bir adamı eliyle gösterdi; sonra da çocuklarla birlikte koşarak parkın içlerine doğru gitti. Artist de olsa, sonuçta bir çocuktu ve oynamak ihtiyacı hissediyordu.

● ● ●

Devam edecek....

Ömer Faruk Hüsmüllü

1952 yılında Tekirdağ ilinin Çerkezköy ilçesinin Kızılpınar köyünde doğdu. İlkokulu Kırşehir’de, Ortaokul’u Ürgüp’te ve Liseyi Adana’da (Devlet hesabına Parasız Yatılı olarak) okudu. 1974 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünü bitirdi. 13 yıl devlette felsefe öğretmenliği, müdür yardımcılığı, müdür başyardımcılığı ve okul müdürlüğü görevlerinde bulunduktan sonra istifa ederek özel sektöre geçip dershanelerde öğretmenlik, bölüm başkanlığı ve müdürlük yaptı.

Bu İçeriğe Tepki Ver (en fazla 3 tepki)

Comments

https://edebiyatvakti.com/assets/images/user-avatar-s.jpg

0 comment

Write the first comment for this!